27 Haziran 2012 Çarşamba

İsimler İşin Formalitesi


     "Parsel parsel mutluluklu hikayelerin piksellendiği bir hayatın içine düşsek de ona göre sırıtsak." diyordu şair, bir yandan kelimelerinden inşa ettiği dünyaların içine üflediği dumana eşlik ederken. Defterini kaptığı gibi deniz kenarında bir yere çöreklenmişti zaten, yanında çöreği, birkaç dal sigarası ve bitmez tükenmez bir şarap zulası eşliğinde. Kaleminden damlattığı kelimeleri rüzgarın kamburuna doldurup beraber dolaşıyorlardı gökleri sanki, o bahsettiği sırıtık ifadeyi makyajlamıştı suratına, tebessümleri denizin dalgalarına fırlatarak canlı hissediyordu kendini. İçine çektiği her nefeste biraz daha mutlu oluyordu sanki, "Mutluluğun formülü ölümsüzlüğün iksiri gibi zor bir şey değil aslında" diyordu, "ama insanlar bunu göremeyecek kadar kör olmuş, ne yazık."

     Böyle hayalden meşrep bir gecenin içinde takılırken zat-ı muhteremimiz, yanına bir şarapçı geldi, gecesinin akıbetini farklı bir yöne doğru çevirecekti sonrasında bu ihtiyar. Kendileri "Rüyanız hayrolsun teyze" hayranı olan, rüyalar aleminin içinde takılırken kendini Inception'daki arafın içinde bulduğunu iddia eden ihtiyar bir halyalperestten başkası değildi. Araf sandığı zamanlar da aslında "ileri derece sarhoşluğun gözlerine bıraktığı yorgunluk, kafasına tokuşturduğu bir uçmuşluk ya da dengesini bozan bir sarsıntıdan" başka bir şey değildi. Filmlere çok meraklıymış, ilerde bir gün "ŞARAPÇILARIN BİLİNMEYEN YÖNLERİ" diye bir film çıkartarak bütün yanlış anlaşılmaların üzerini kapatacağını umuyormuş. Dediğimizce, hayalperest bir delikanlı o esasında.


     Bizim bu yazar, sanatçı olmasına rağmen hiç öyle burnu havalarda bir lavuk triplerinde dolaşmazdı ortalıklarda. Ütopik ihtiyarla muhabbet etmek de onun için hüpletilecek güzel bir anıydı aslında. Muhabbet galeyanına gelmiş iki gardiyandılar onlar denizin kenarında, iki optimistik ifade, iki huzurlu beden. 

     "Hayat zor be usta; ama yine de aldığım her nefes, burnuma gelen bütün yemek kokuları ve mideme doluşan bu kırmızı sıvı her şeye değer. Yaşamak güzel bence, her ne kadar çulunu kaybetmiş bir serseri olsam da insanların gözünde." dedi şarapçı, biraz mahmur, biraz mağdur bir şekilde. "İnsanlar kendilerine bakmaya ne kadar korkarlarsa o kadar saldırırlar başkalarına." dedi şair, sigarasından bir yudum aldı, ardından "Sen insanların senin hakkında ne düşündüklerini umursama; çünkü ne kadar dinlersen onları o kadar küçülürsün ve sonrasında kendi düşünceleri olmadan ilerleyen bu robot sürüsünün ortasında bir koyun olmaktan ileri bir şey yapamazsın hayatta." 

     Sonra bir anda, bir yıldırım fişeklendirdi geceyi, şarapçının düşünceleri kafasından dışarı çaka çaka. "Gel şair efendi" dedi, "seninle beraber şu tekneyi alıp iki dolanalım şu boğazın etrafında. Madonna ne kadar yapay göl dese de buralara, bilirsin, en güzel içilesi yer bu manzaranın içidir aslında." Şair bir düşündü, zaten pek bir şey yazası da yoktu bu gece. Hem ne olacaktı ki? Altı üstü bezlenmemiş bir maceranın kenarına takılmış bir teklifti ve en nihayetinde gerçekleşmesi de bir probleme öncü deprem olacak şekilde sallanmayacaktı. He, belki o minik teknemsi sallayacaktı. Ama o kadar işte. Hem bir şair, iki duble şarapçı triplerine girmeden ne kadar inebilirdi ki halkın diline?

     Gözünü siyah bantla kapattı hayalperest ihtiyarımız, "O ne öyle, sen de mi İlluminati'densin yoksa?" dedi ve güldü bizim safti şair. "Yok" dedi ihtiyar, "hani korsanlı bir film vardı ya, ben de oradaki korsanlardan biriyim işte. Öyle farz edelim ve gümletelim tekneyi." ( Kahkahalar, sarhoşluk belirteci tavırlar ve türevleriyle dolu dakikalardan sonra tekneye atlarlar. )

     "Hayatında hiç böyle yapay göl görmüş mü acaba?" dedi şair, "Star olmuş ama insan olamamış be!" falan triplerinde. Zaten konuşurlarken de artık sözcükler dudaklarına takılıyordu, sanki kelimeleri de çakırkeyifti; ama kendileri pek bir şen şakrak.

     Sonra bir an durdu şair, "Ya" dedi, "yanlış anlamazsan bir şey soracağım." Artık kendinden geçmiş ihtiyar kafasını umarsızca salladı. "Madem sen şarapçısın, bu kadar mantığa yatkın konuşmayı, gündemden haberdar olmayı falan nasıl başarıyorsun? Şurada kaç saattir konuşuyoruz, şu günümüzde çoğu insanın bilmediklerinden haberdarsın. Vay anasınııığ, demeden alamıyorum kendimi." Şarapçı bir durdu, şöyle bir denize göz kırptı. "Belki mutluluğu bir şekilde parayla satın alırsın üstad; ama kendini geliştirme kısmı var ya, o sadece sana bağlı işte. Parayla kültür sahibi olamayacağın gibi kütüklüğünü de yontamıyorsun maalesef."

     Kıyıya yanaştıklarında ikisi de memnundular hallerinden. Kafaları gidik olsa da yön duyguları hala yerli yerine sabitlenmiş bir şekilde yer edinmişti zihinsel pusulalarında ki bulmuşlardı yollarını hemen. Ayrılık vakti yapıştığında üzerlerine, şair bir hüzün hissetti içinde. Belki de, hiç tanıyamadığı babası yerine koymuştu ihtiyarı, bir Emrah klasiğini türevlendirerek "Size baba diyebilir miyim amca?" tavırlarına bürünmüştü falan, bilinmez. Sarıldılar birbirlerine, şair her şey için teşekkür etti. "Biz de artık yapay gölün yapmacık insanlarıyız." gibi gereksiz cümleler eşliğinde bitirdiler münasebetlerini.

     Sonra yolda giderken aklına geldi şairin, sahi bu adamın adını bile bilmiyordu. İsimlere bağımlı değildi duygular. Demek ki birini sevmek için bazen birkaç saat, bazense sadece 5 dakika bile yetebiliyordu. İsmini bilmesen de olur, orası işte formalite kısmıydı sadece. Çünkü şair biliyor, yıllanmış arkadaşlarından yediği kazıkları. Ve şair yine de gülüyor; çünkü o her şeye rağmen hayatı seviyor. Yerim.

- Mutluluk her yerde aslında, bir kelebeğin kanatlarındaki estetikte. Ya da suyun o inanılmaz rahatlatıcılığında. Ne bileyim, güneşin ardından gelen rüzgarın saçları uçuşturmasında falan. Çok zor değil görmesi, sadece bakmak yetiyor. He bir de, bakınca görebilmek de gerekiyor tabi. -



O zaman, bu tatlı hikayeyi tatlı bir şarkı ile sonlandırıyorum. KİMBRA, YİHA!
Sadece Bir Tık ile Devamı Ekranınızda Tatatam! »

19 Haziran 2012 Salı

Tecrübe Zincir Tamlaması

     Anlatım gücü zayıf bir adamın şair olmasındaki ironi gizlenmişti sözcüklerine. Sanki kendisi değildi konuşan, bir başkasının kelimelerini geçirmişti üzerine de formaliteden sallandırıyordu dudaklarını. Duyduklarım karşısında hörgücünü kaybetmiş bir deve gibiydim. İnanamıyordum! Böyle ürkütücü şeyler söyleyebileceği aklımın ucuna teğet bile geçemezdi. Sonuçta o Batman'di, Gotham Şehri'nin hınzır kahramanı. Yani, benim için öyle sayılırdı. Ben onu büyüttükçe o da giderek küçüldü çaktırmadan ve şimdi ise bir nokta halini alarak sonlandırdı cümlelerimizi. Bense ünlem işaretlerini gözyaşlarıma batırarak kaleme aldığım bu hikayeyi, suratıma yapıştırdığım aptal bir tebessümle bitiriyorum. Yine de gülüyorum; çünkü her şey o noktanın getirildiği cümlenin ardında başladı. Her bitişin yeni başlangıçların kapısını kırdığını öğrendim sayesinde. Şimdi düşündüğümdeyse onu, bana kazandırdıkları için teşekkür ediyorum. Bir Şebnem Ferah şarkısı gibi ben de "artık kısa cümleler kuruyorum".


     Küçük bir çocukken, 1975 yıllarında falan; hayatın zorlama mutluluklarla geçmeyeceğini öğrendim. O zamanlar annemle babam çok kavga ederlerdi. En gereksiz şeyi sihirli bir kavga merceği ile büyütüp birbirlerine fırlatabilecek kadar saçma bir hale gelmişlerdi. Ve ben ebeveynlerime baktığımda sadece "Bir hevestiler birbirleri için belki eskiden; ama şimdi birliktelikleri onların cehennemi olmuştu." diyebiliyordum. Bir sevgi yanılsamasının kurbanıydı onlar; ama iyi tarafından bakarsak olaya. BEN DOĞDUM!


     12 yaşlarındayken falan, yani 1979 yıllarında; hayatın insan sünepeleriyle geçmeyeceğini öğrendim. Takdir görme uğruna en yakın arkadaşlıkların bir anda silinebileceğini o zamanlar acı bir şekilde tokat gibi hissettim suratımda. İnsanlar bencildi, insanlar korkaktı ve insanlar kendi çıkarları olmadan kıllarını amuda bile kaldırmazdı. Ama iyi tarafından bakarsak; bunların hepsi de bir tecrübeydi benim için.


     15. yaşıma merdiven dayadığım sıralarda; hayatın da tepeme bir merdiveni hiç acımadan indirebileceğini öğrendim. Ölümle tanıştım, hem de en yakınımdaki... ablam. Trafik kazasının kurbanlık koyunuydu o ve hayatının baharında, 25'lerindeyken, yaşam okyanusunda boğulmaya terk ettik onu. KURTARAMADIK! Nefes alışverişleri sadece bir hayal, sesini duymaksa uzak bir hatıra gibiydi. Ama... doğru iyi tarafından bakılacak bir tarafı yoktu bunun.


     Reşit olduğum zamanlarda, ihanetin her zaman sinsi bir dost gibi yakınlarımda dolaştığını öğrendim. İnsanın "Beni öldürüp cesedimi çöplüğe atsalar bu kadar üzülmezdim." diyebilecek kadar kırılabileceğini öğrendim. Güvenmemeyi öğrendim. Daha doğrusu, güvenmemem gerektiğini. Herkesin insan olamadığını öğrendim. Ama iyi yanından bakarsak; "herkesi kendim gibi bilmeme"yi öğrendim.


     22 yaşındayken; hayatın at gözlükleriyle sürdürülemeyeceğini öğrendim. Ebeveynlerim ayrılmışlardı sonunda ve ben gittikçe dipleri boylamaya başlıyordum hayatta. Hayatımdaki tek iyi şey Batman'di. Çünkü o en kötü olduğum zamanlarda beni kurtaran bir süper kahramandı. Yani, ben öyle sanıyordum. Üniversite yıllarının pembe gözlüklü dilberlerine bürünmüştüm. APTAL! Bir iyi bir şey daha vardı ama yanımda, o da Camel Soft.


     24 yaşlarındayken; hayatımı kimse için değiştirmemem gerektiğini öğrendim. İtalya'ya gidip hayatımın işini alacağıma burada sevgili Batman'in yanında olmayı tercih etmiştim. Ne salaklık, ne umursamazlık, ne çocuklukmuş aslında yaptığım. Batman, maskesini sufleden akan çikolata gibi akıttıktan sonra suratından, ben de KENDİMİ ERTELEMEMEYİ ÖĞRENDİM. KENDİM İÇİN YAŞAMAYI. Ben ne istersem o olacaktı artık ve İtalya'ya gidecektim. Her şey zaten o zaman başladı:

     25 yaşındayken; her zaman yeni bir hayat kurulabileceğini öğrendim. Hiçbir zaman dibe vurmadan yükselemeyeceğini. Çünkü ben, 25 yıldır yükselmekten çok düşmüştüm bu hayatta. Ve şimdi farklı bir ülkede farklı insanlarla farklı bir kültürün içinde bambaşka biri haline gelmiştim. Bambaşka biri dediğim aslında salt bendi. Korkmadan kendim olabilmeyi öğrendim. Mutluydum, huzurlu ve Batman'in kalıntılarından sıyrılmış gibi. Hayallerimi gerçekleştiriyordum, belki o işi geri alamamıştım; ama yine de ütopyalarımı gerçek hayata yansıtıyordum. Ben bendim artık. Ne bir fazlaydım bu hayatta ne de bir eksiklik barındırıyordum içimde. Olması gerektiği gibiydim, bendim işte. Ablamın öldüğü yaşta ben yeniden doğmuştum, ne garip?


     Şimdi 45'lerine iple sarkıtılan bir hanım olarak karşınızdayım. Yalnız da değilim, Batman'im olmasa da bir Clark Kent'im vardı artık. Italianoo. Hiçbir zaman "hiçbir zaman" diye başlayan cümleler kurmamam gerektiğini öğrendim. Hayata hep başka pencerelerden bakılabileceğini gördüm. Mutlu olmayı öğrendim, bütün fazlalıklarımdan arındırılmıştım. Fazla kiloları falan da vermiştim hatta. (kahkaha) Ve öğreniyorum da. Öğrenmenin sonu yok sanırım. 70'lerinde elleri titreyen bir ihtiyar olduğumda da bir şeyler öğreneceğim. Ama en çok da; sigaranın sağlığa zararı olsa da ruha yararı olabileceğini öğrendim. Ve en güzel hediyenin hoş bir sohbetin kenarlarına iliştirilmiş kahkahalar olabileceğini. 


- Deneme görünümü altında bir hikayedir kendileri. -

- Tükenmez kalemin tükenmişliğinin gücü adına, tüketilen kelimelerden yeni dünyalar inşa edip sıyrılalım önyargılarımızdan. Hoş bir melodi sunalım dinleyenlere kelimelerin estetikliğini toplayıp avuçlarımıza. Bir eyalet inşa edelim kendimize, ön yargılarından arınmış tatlı insanları koyalım içerisine. Bir şarkı söyleyelim hep beraber. Pianist de ben olayım. Vokalist de Şebnem ile Ado. -






99 yılından bir adet Şebo armağan ediyorum sizlere. Burada karakterimiz de sanırım 32 yaşında falan.
Sadece Bir Tık ile Devamı Ekranınızda Tatatam! »

Mim Vol. 18

Uzun bir süre zarfı boyunca mim cevaplayamadım. Durum zarflarım baya bir kalabalığa bulanmıştı. Fakat bugün, tarihin çapraz odalarında kalma bir mimi dışarı çıkartıp cevaplıyorum. Biricit mimlemişti beni, üzgünüm bakışı fırlatıyorum ona şu anda şu vakte kadar yapamadığım için. Ama şu an bile yapıyorsam, bilsin değerini. Yaşasın zamansızlıktan doğma zararsızlıklar! - Bu cümlenin hiçbir anlamı yok, kafiye olsun sayfa olsun diye yazılmıştır. Anlamlandırmak için boşuna çabalama. Tamam. -


1- Ne sıklıkla kitap okursunuz?
Okuyabildiğim her an kitap okumaya çalışırım. Bir periyoda sıkıştırmam; ama muhakkak her zaman okuduğum bir kitap bulunur elimin altında. Bazen çok kısa bir sürede biter o, bazen uzun bir periyoda yayılır. Ama her zaman, zaman bulursam okuyabileceğim bir kitabım olur. "Zaman zaman değil her zaman" misali.


2- En sevdiğiniz yazarlar kimlerdir?
Murat Menteş, Elif Şafak, İskender Pala, Adam Fawer, Paulo Coelho, Khaled Hosseini, Joanne Greenberg falan.


3- En beğendiğin kitaplar nelerdir?
Dublörün Dilemması, Korkma Ben Varım, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, İskender, Simyacı, Saraydan Sürgüne, Olasılıksız, Empati, Zar Adam, Açlık Oyunları, Dönüşüm, Şah&Sultan, Beyaz Geceler, Uçurtma Avcısı, Fedailerin Kalesi : Alamut, Sol Ayağım, Kürk Mantolu Madonna falan filan...


4- Yerli / Yabancı hangi yazarların kitaplarını daha çok tercih edersiniz?
Öyle bir ayrıma tabi tutmuyorum okuma zevkimi. Güzel olan her şey gözlerimdeki irisle kavuşmayı hak eder!


5- Bugüne kadar en çok beğendiğin kitap serisi?
Ben zaten genellikle pek kitap serisi okumam. Zar Adam'ın Peşinde'yi okumuş olsaydım o seriyi seçerdim; ama Açlık Oyunları sanırım. Hatta belki tek okuduğum seri olabilir. Bir gün Stephen King'in Kara Kule serisine de başlayabilirsem onu ilan edeceğim "en beğendiğim seri" diyyerekten.


6- Daha çok hangi tarz kitapları okumaktan hoşlanırsın?
Birazcık psikolojik kitapları sanırım, tarihle harmanlanmış romanlar da olabilir, macera da, üslubu eğlenceli komedilikler de. Çok bir seçiciliğim yoktur; ama güzel kitaplar bulurum kendime şimdi övünmek gibi olmasın; ama hafiften olabilir de hani. ehehe.


7- En son hangi kitabı okudun?
Simyacı son birkaç sayfa kaldı, onu sayıyorum bu soruya?


8- Şu anda hangi kitabı okuyorsun?
Simyacı. Tamam o zaman üstteki sayılmıyormuş, o zaman üstteki soru Korkma Ben Varım olsun. 


9- Kitap blogları hakkında ne düşünüyorsun? Yeterli mi?
Kitap blogları olması bence çok hoş bir şey. Kitaplar hakkında bilgi verilen her site zaten benim gözümde "kültür başkenti" bloglar kategorisine girebilecek ölçüdedir. Ama baş sıradan değil tabi. ehehe. Bir kere uğraş verici bir iş kitaplar hakkında iki satır dökmek, o yüzden hepsini tebrik etmek de gerek. Bilgili klavyelerine sağlık, hem kitabı okumuş biriyle birebir muhabbet etmiş gibi olduğu için bence gayet güzel.


10- Kitap okumak sizin için ne ifade ediyor?
Bir kere hayata karşı farklı pencerelerden bakmamı sağlıyor, ruhuma gıdasını veriyor, bazen tıka basa doyuruyor hatta müzik eşliğinde okunursa. Sonraa kelime hazneme yeni kelimeler ekliyor, zenginleştiriyor üslubumu, "iki kelimeyi rahatlıkla bir araya getirebilenler" güruhuna dahil ediyor beni. Keşke herkes kitap okusa, onun zevkini alsa herkesler başlar da... İşte o raddeye gelmesi asıl zor olan.


- E haliyle kimseyi mimlemiyorum. Herkes yapmıştır herhalde. Öptüm.

Ya daaaa, yapmayan birisni biliyorum ben yahu! Kuulumsu Kadın var tabiii.
Bir de Şanslı Kedi. hihi.

( OH MY GOODNESS! Sonunda bir mim yazısı yazmış olmanın mutluluğuyla sırıtık bir ifadeyi takındım, "yiha"lar havada uçuşuyor, benden söylemesi. )
Sadece Bir Tık ile Devamı Ekranınızda Tatatam! »

16 Haziran 2012 Cumartesi

İmambayıldı Yediğinde Bayılacağını Sanan Çocuk


     "Bir 'Höst!' desem hörgücündeki bütün ganimetleri yere düşürecek gibi bir hali vardı gölgelik yerlerin." dedi Güneş, pis sırıtışını dik açıyla fışkırttığı ışınlarına sinsice gizlerken. Ben de "Venüs'le Neptün'e söylesem façanı aşağı alırlar." dedim, "Hem bu kadar gösterme kendini, ağırdan satsana biraz, seni pis aşüfte." Bir kahkaha patlattı, üzerine de bütün sıcaklığını yansıttı. "Benim devrimde siz insan müsvettelerinin konuşmaya hakkı yok." dedi, "Ben ne fırlatırsam onu alacaksınız vücutlarınıza, o yüzden, biraz sıçtınız." Bunun üzerine ben de yağmur dansı yapma kararı aldım, sırf Mikail'i kendi tarafıma çekebilmek için. Karınca duasını da rüzgar duasına döndürüp öyle sunacağım huzurlarına, bakalım ne olacak? Göster kendini ilahi güçler adına yağmur dansı! Güveniyorum sana. 


     Güneşten kavrulan bir beyinden daha anlamlı yazıların çıkması beklenemezdi herhalde. Pörsümüş bir enerji kaldı vücudumda, iyice sinip yok olmuş bir hayat belirtisi. Kadıköy'deyken kendimi çöllerde dolaşan bir bedevi gibi hissettim bugün. Hatta içimden "Bahtsız bedevi sen çölde ne arıyorsaaaağn?" dedim. Kuulumsu "Büyüyünce yakmayan güneş" olsa da, kurtarsa bizleri bu ölümcül bunaltıcılıktan. ( Bir kahkaha efektidir, bir gülmeli ifadelerdir gider tam burada. )


     İmam bayıldı yediğinde bayılacağını zanneden bir çocuğun masumiyetini barındırmak isterdim içimde. Ya da "şıllık tatlısı"nı domates niyetine şırıl şırıl şıllıkların suratına atmak bir tebessüm kaynağı olabilirdi mesela. Görünmez bir vantilatör geçirmek kıyafetinin iç kısımlarına, tiril tiril dolaşmak iç bunaltıcı sıcakların ortasında. Hemi de, tek gram bunalmadan. Pis bir sırıtışla güneş gözlüklerinin arasında güneşe bakarak "nihohaleyaaaak" kahkahasını patlata patlata. "Nabeeeeeğr?" demek, film gibi filme çevirmek tebessümcükleri. Dondurmaya bulanmış bir kahkaha, sufle kıvamında bir tatlılık ve şiirsel dokunuşlarla surata dokunan bir rüzgar. Develenmiş insanlar, debelenmiş bir Güneş, "deheeey" sırıtışlı çocuklar. Ve dahası, reklamlardan sonra!


     Sahi, hayatımızı reklama sokabilme gibi bir şansımız var mıdır acaba? Uzaklara gitmek öncesinde, uzun bir süreliğine, sonrasında geri dönüldüğünde ise her şey aynı kalmış olacak ama. Ya da belki de geri de dönmek istemez insan. Sömürgeci ruhlara sahip olduğumuzdan, hep "Ben bununla yetinemem anneeeeğ!" modunda dolanıyoruz ortalıklarda. Ama belki de, o "Reklamlar!" diyen kadının sinir bozucu sesinde bir masumiyet kırıntısı gizlidir? Belki de bir mesaj iletmeye çalışıyordur bizlere? "Sizler de reklama girseniz ya birazcık, bunalmadınız mı artık, öyle hafiften girilen tatiller değil bunun çözümü ama, birazcık kalıcılık getirin hayatınıza." deme çabaları falan? - Hiç alakası olmayan yerlerden anlamlar çıkaran mazbut tarafımla tanıştınız, merhabalar. En aptal şarkı sözlerine bile ne anlamlar yüklerim ben bir bilseniz; fakat konu o taraklarda permalı değil o yüzden oralara girmiyorum. -


- Neşem tıkırında, tebessümler tam kıvamında. Sınavımın nasıl geçtiği konusunda pek bir fikrim yok; ama kötü geçmediği konusunda hemfikiriz kahyamla. Büyük konuşmuş gibi olmayayım, hani çok yükseklerde bir şeyler de beklemiyorum; ama sanırım oldu. -



Nil'in şarkıları çok şeker yahu. Nostaljik olalım, dedim ben de. Bence iyi ettim. Hoş oldu. Herkeslere benden bir vantilatörlü klavye, rüzgar üflemeli ekran ve niceleri ütopyalarda. Gel buyur!
Sadece Bir Tık ile Devamı Ekranınızda Tatatam! »

14 Haziran 2012 Perşembe

Böyle Salaklıklar Anca Hikayelerde Olur


     Üçüncü tekil şahısların en uzakta kalanıydı o. Bazen var gibiydi, çoğu zaman yoktu hayatında. "Esterabim" gibi esti hayatına ve altüst etti bütün gerçekliğini. Bir parça da insanlığını. Ve belki de, olmasını istediği her şeyi tek bir kılıç hareketiyle kesti ve akıttı duyguların en renkli kısımlarına. Böyle olabileceği sağır sultanın bile aklına gelmezdi; ama bu hikaye o kılıcın bıraktığı kan damlalarıyla dökülen kağıdın yapraklarına yazıldı ve damarlarından dışarı fırlayan hüzün bulutu eşliğinde parçaladı kalbini. 


     Kendi kendine düşündü genç kız: "Asrın hatasını asrın hatasız kulundan çıkarttım sanırım. Bu acımasızlığı yapabileceğimi Matrix'teki kahin bile tahmin edemezdi, zannımca. Zanlı benim bu hikayedeki, katil de benim, idam sehpasında yatan cani kişi de. Daha doğrusu, yatması gereken bendim. Bu yaptığım, masumiyete bir darbeydi ve ben bunu gözümü bile kırpmadan yapmıştım!" 


     Vicdan azabı ruhunu kasıp kavururken nostaljik hareketlerle o olay olmadan önceki zamanların zihninde bıraktığı hoş anıları düşünüyordu genç kız. Tebessümünün kenarına yapıştırdığı sigarasıyla seyrediyordu denizi, kirpiklerini serinleten yağmur eşliğinde vicdanını yıkamaya çalışıyordu. Esen rüzgarın ceplerine dolduruyordu hüznünü, dudaklarını tırmalayan esintiyle serinletmeye çalışıyordu ruhunu. Ne kadar çitelese de kurtulamayacaktı bundan hayatı boyunca, vicdan azabı damarlarını kelepçelemişti artık. Değişmişti. Kendisiyle beraber her şeyi değiştirmişti. Şimdi belki çok uzaklardaydı, kaçmıştı herkesten. Ama ruhu hiçbir zaman onunla değildi, kaybetmişti artık onu, olayın geçtiği odanın sehpasının kenarında.


     5 yıl geçmişti olayın üzerinden. 5 yıl önce kana bulamıştı parmaklarını. 5 yıl önce kendisi olmaktan çıkmıştı artık. 5 yıl önce terk etmişti masumiyetini, 5 yıl önce ölmüştü aslında şimdi formaliteden yaşıyor gibiydi. 5 yıl önceydi sahi, ona çok uzak bir anı gibi geliyordu artık. Ama hala, içinde yaşıyordu tekrar tekrar. "Biraz daha cesaretli olabilseydim, atom karınca gibi kırabilirdim belki atomu. Tamam abarttım belki; ama kırmazdım en azından bu kadar kendimi..."


     - Olayı çok merak ettiniz dimi? "Gevezelik etmeyi bırak ve anlatmaya başla luaaaan!" demeye başladığınızı duyar gibiyim. Ben de merak ettim, ateşli bir giriş kısmı yazmışım. Ama, devamı gelmiyor lan. Offffffffff. Burada bitti. -


      - ŞAKA! -


     Aslında çok da üçüncü tekil şahısları sayılmazlardı birbirlerinin. Sadece aynı evde yaşayan ve birbirleriyle hiç konuşmayan iki kardeşti onlar. Genç kız ve onun küçük kardeşi "minik kız". ( Minik kız dediğime bakmayın, kendileri 13 yaşında, genç olan da 20'lerinde. O zamanlar. )


     Kardeşinden nefret ederdi genç kız. Babasının evlendiği kadının lanet olası orospusuydu bu kız onun gözünde. Üveydiler yani anlayacağınız, suratını bile görmeye tahammül edemezdi. Hiçbir zaman "kardeşim" demeyecekti o minik ucubeye, tıpkı o kadına "anne" demeyeceği gibi. Düşüncesi bile midesindeki mukusların onu kusturmasına yetiyordu. Bir saniye, ben şu kıza bir bakayım. Anlatırken yine öğürmeye başladı, salak lan bu.


     Geldim...


     Aslında bu kadar aşırı tepki vermesinin sebebi belki de annesinin ölümünü kabullenememesiydi. Ya da, babasının bu kadar çabuk kabullenip de yeni birini bulup zevce yapmasıydı kendisine, bilinmez. Güzin Ablaya danışmak lazım buraları.


     Babasıyla üvey zevcesi dışardaydılar o gece. Genç kız da sevgilisinden ayrılmış, sinir altıgeni olmuş bir şekilde öfke sıçratıyordu basmış olduğu metrekarelerin bütün milimlerine. Minik kız da, aşağı kattaki salonda televizyon izliyordu. O zamanlar Comedy Max'te Friends vardı, minik de onu keşfetmiş, suratındaki absürt tebessümüyle seyre dalmıştı onu. Neyse, ayrıntılara girmeye gerek yok. Zaten yazı şu haliyle bile ebesinin nişan töreni kadar uzun oldu sanırım; ama sabır. Geliyorum. 100. yazım ya, birazcık gevezelik yapmak hakkım, tamam mıaaaağ?


     Genç kız dışardan garip sesler duymaya başladı. Taktukaların senfonisine kulak verdi sonra. Şakşuka yemiş gibi ekşitti suratını, ablukaya alınmış gibi sindi yatağına. Atın toynaklarına vurulmuş da o da sinirden çifte atarak kapıyı kırıyormuş gibi bir ses duyuldu ardından. Sonra kuyruğuna basılmış bir kedinin çiyaklamasından daha gürültülü bir çığlık gelip tırmaladı kulaklarını, alt kattan geldiğini anlamak için falcı olmaya gerek yoktu. Kımılmamadı yerinden. Sinirliydi ve öfkesini miniğe yardım etmeden geçirebileceğini sanıyordu. Mantıklı düşünemiyordu, tam bir gerizekalı, beyinsiz ve fazlasıyla korkak. Hani yaptığı hareketin bir amacı yok, insan embesil olsa yine yapmaz bunu. Küfürbaz yapar bu kız insanı. Ayağa kalktı, kapısını kilitledi, 5 dakika bekledikten sonra polisi aradı ve kulaklığını takarak yatağına uzandı.


     1,5 saat sonra kapısı yumruklanırken uyandı. Kulaklığının teki düşmüş kulağından, uyuyakalmış yatağında. Nasıl bir rahatlıksa artık? Kapıyı açtı, karşısında babası, yüzü kızarmış, gözleri yaşla dolmuş. Tuttu sarıldı genç kıza, "Nerdesin sen?! Oh, iyisin en azından. Bunca saattir yatıyor musun burda, neler oldu haberin yok mu? Ahhh, Allah seni bana bağışladı. İlk defa kapıyı kilitlediğin için kızmayacağım sana, gel bir doya doya öpeyim seni."


     Aşağı indiğinde gördü olanları. Oysa o sadece basit bir hırsızlık sanmıştı; çünkü bu aralar herkese giriyordu aynı acemi salak. Mesela alt kata da girmişti geçenlerde. Eve girdiklerinde, zaten muhtemelen üniversiteli gençlerdi bunlar, arkadaşı tikky kızı karşılarında görünce korkudan sadece bir vazo alıp kaçmışlardı. Ve aynı acemiler birkaç gün önce de 2. kattaki titizlik manyağı teyzeye girmişlerdi. Geçen hafta da çapraz komşu birşeyeihtiyacınvarsaçekinmegelbuyur'lu teyzeye. Onda da durum pek farklı değildi. Birini gördükleri an, anında vınnn! Yine onlardır diye düşünmüştü. Polisi de aramıştı hem, rahattı içi. Bir de minik kız belki azıcık korkar ve sonra siren seslerinin duyulmasıyla hırsızlar kaçardı. Beyinsiz bildiğin. 20 yaşındasın bir de, senin aklını s..eveyim aklını. Ne sevgiliymiş, amuaakoyin'.


     Minik kız kıyafetleri yırtılmış bir vaziyette salondaki sehpanın kenarında yerde yatıyordu. Üstü başı kan içinde, en çok da elbisesinin alt tarafları...Ve kendisi 13 yıllık hayatından istifa etmiş bir vaziyette cansız bedeniyle süslüyordu salonu, aciz bakışlarıyla. Bunu gören genç kız ilk önce idrak edemedi. Nasıl yani? Olamazdı böyle bir şey. İdraki o noktalara erişemeyecek kadar güçsüz kalmıştı. Kabul etmesi zordu tabi, bunun sebebi hastalıklıydı ve aklının köşelerine iliştirilmiş korkaklığı.


     Olaydan sonra 1 hafta barınabildi o evde anca. Üniversiteyi de bıraktı, kaçtı uzaklara. Şimdi, olayın üzerinden 5 yıl geçmişti. Ama hala parmaklarından silinmemişti o kanlar, spermler ve o dandannn sirenler. "Yeteeeaaar." dedi ve bıraktı kendini denize. Yüzme bilmezdi kendisi. Çırpınırken suyun üzerinde bir tekne geldi yanına. Çekti onu yukarıya, kurtardı ölümünden. O an anladı, eceliyle karşılaşana kadar bu vicdan azabını çekmek zorundaydı. Ölümün kurtuluşunu tadamayacaktı. Her gün tekrardan ölerek, yaşamadığı hayatına devam edecekti. O bir katildi, o bir caniydi, o bir tecavüzcüydü.


     Ve işin kötü tarafı tecavüzcülerin kılına zarar gelmeden kapatılmıştı bu mesele. Küçük kızın onayından geçerek olmuş bu hadise çünkü, ceza almadılar o yüzden. ( Yani tabi sözde. ) Yazılan bir hikaye olsa da, maalesef son kısmını yaşayan insanlar da var. Adalet sistemimizin laçkalılığını, iğrençliğine her geçen gün daha yakından tanıklık ediyoruz, maalesef. Lanet olsun o zaman adalet sistemine, kadınlara gösterilen saygısızlığın suratına bütün küfürler fışkırtılsın. Allah belanızı versin. Ya da tanrı. Ya da Yehuda. Neye inanıyorsanız artık.


- 100. yazımda, 100 tane izleyicim var. Ve bu yazıyı üşenmeden okuyanlar varsa hepsine teşekkür ederim. Yerim sizi. Çok şekersiniz. He, böyle afilli bir şeyler yapmam gerekiyordu dimi benim? 100. yazı falan diye. Ben de size, 100. yazı şerefine, 100 kere "Maaşallah" diyeceğim. 41 kerenin karesinden bile fazla, değerimi bilin.


Aslında biraz boka sardı sanırım hikaye sonunda. Ama zaten burada asıl anlatılan genç kızın akli dengesinin yitirilişi ve aslında onun yazdığı bu hikayeyi sanki ilahi bakış açısından yazılıyormuş gibi anlatması. Ve hafiften tecavüz olaylarına giydirme isteğim benim, güzel başlayan hikayeyi biraz gereksiz bağladı sanırım. Fakat; afilli cümlelerle kurduğum bu açıklama da gereksiz. O yüzden; çift gereksizlikten mükemmel bir yazı elde ettim. Süperim! -



Şebnem yine gittirir bu yazıya.
Sadece Bir Tık ile Devamı Ekranınızda Tatatam! »

11 Haziran 2012 Pazartesi

Art Niyetlerden Arınmış Sözcükler


     Hipnotize edeyim derken yanlışlıkla hipnotize olan bir hokkabazın beceriksiz talihi gibi bazen yaşamak hayatı. Bazense bilmediğin bir yeri telepatik güçlerin yardımıyla şansa bulmak kadar hoş bir tesadüfün ürünü. Rengarenk bir bulmacanın içindeki bütün parçaları içinde barındırmak gibi oksijeni içine çekmek bazen, bazense o bulmacanın kayıp parçasını koltuğun altına düşürmek kadar sakarca karbondioksitin burun deliklerimizden ortama fışkırtması. 


     Kaybedene kadar anlayamamak değerini, kaybettikten sonra da yerine koyamamak, delirtir insanı. Charlie'nin Çikolata Fabrikası'na gitmek gerekir sonrasında, yoksa, suratına volkanik bir patlama fışkırmış gibi hissedersin, aynaya baktığında kayan gözkapaklarınla selamlaşırsın; ama yine de gülümseyebilirsen sen cansındır ya.


      Sözcüklerin bütün art niyetlerden arındığı bir yere gitmek güzel olabilirdi. Uzaklaşmak insanlardan, Venedik'te bir gondolun tepesinde Jack Sparrow'u da yanıma alıp korsan triplerine girmek falan. Hayatı olduğu gibi kabul edebilmek, elma olduğu için değil bazen sadece armut olabildiği için de sevebilmek onu. Gülümseyebilmek güzeldir, bazen sadece gülebildiğin kadar mutlusundur. İçten bir tebessüm kadar tatlısı var mıdır şu hayatta? - Bu soraya içinden "dondurma, sufle, waffle, ıslak kek" ya da başka başka tatlıları saydıran varsa, lütfen konudan sapmış olmanın cezası olarak onlardan yapıp getirebilir mi banaa? -


     Herkes konuşur hakkında, herkesin bir fikri vardır elbet yaşadıklarına dair. Herkes filozof kesilir başına ya da her şeyi bilen bir âlim. Sözcüklerini altın bir testiden akıttıklarını sanırlar avucuna. Düşünceleri olmadan hatta bir hiçsindir sadece, onları dinledikçe yücelirsin hayatın hiyerarşisinde. Saçma. Onlar olmadan yaşayamayacakmışsın gibi algılanır sanki. Aptalca. Hayatı doya doya sömürmek ya da onun omuzlarına bıraktığı yüklerin altında ezilmek senin elinde. Tuvalin üzerini rengarengarenk figürlerle doldurmak da sana kalmış ya da delikler açarak üstüne mahvetmek o beyazlığını, çöpe atılacak kıvama getirmek falan da. Aslında sen büyük boksun, sadece bunu göremeyecek kadar kapatmışsın kendini hayata. Kalk uyan! Karga dışkısını yedi çoktan, sen hala sorunlarını bahane ederek yaşamaktan vazgeçiyorsun hayatını. Bense böyle nedensizce gaza gelip tıklatıyorum, sanırım uzun zamandır bir şeyler yazmamış olmanın vermiş olduğu gazı körükledim klavyemde.


     Kaybolmak, alıp başını uzak uzak diyarların en uzak köşesindeki gölün kenarındaki şirin eve yerleşmek güzel olabilirdi. Kulaklıklarda yankılanan Şebnem Ferah eşliğinde yağan Yağmurlar'ın sessizliğinde huzurun gözkapaklarına gelip orada sinsice sırıtması vokalistliğinde tıklatacağım pianoya, öyle bir şarkı besteleyeceğim ki dinleyenler "İçimi bir huzur kapladı, size pianist diyebilir miyim?" diyecekler. Ben de, "Gel yavrum, ben senin hiç sahip olmadığın pianist olacağım." diyeceğim. Ya da öyle bir şeyler.


- Mimler biriktikçe birikiyor, ben de yazamadıkça yazamıyorum. Ama gelecek onlar da, biraz karıştırdım mimleri ama toparlayıp sunacağım, umarım, yapabilirsem. Kimseyi de pek okuyamıyorum, nadiren gelip iki tıklatıyorum bloglarında. Olsun, ben onların yüreklerinde yaşıyorum! Herkeslere benden selamlar, tanıdığım tanımadığım kim varsa bu yazıyı okuyan hepinizi seviyorum. Oscar almış bir oyuncu triplerinde yazdığım bu paragrafı burada sonlandırırken sizleri Şebnem Ferah'ın Yağmurlar'ına teslim ediyorum. Güvenli ellerdesin, öpüyorum. -




Bu yazının ana fikrini sorarsanız, herhangi bir fikri aşılamak için bile yazılmış olmadığını söylerim. Öyle tuşlara bırakarak kendini tıklatmış olmak blog sayfasında, öyle Yağmurlar'a bırakarak kendini söylemek şarkıyı en mükemmel ses tonlamasıyla.



- Kuulumsu hatırlatmasıyla konulan klip -
Sadece Bir Tık ile Devamı Ekranınızda Tatatam! »