18 Kasım 2013 Pazartesi

Kafasına Uçan Tekme Atılası Ahmaklıklarımız

     Mahşere atılan umutların içinde zebanilerden ödünç aldığı ateşi yakmak için uğraşan hayallerin kıvılcımlarıyla ısınmaya çabalayan eskicinin cebindeki şiirlerin buruşturulmuş kelimelerindeki mahmurluğu içine çekmeye çalışan bir parça nikotinin süzülüşüyle güne başlayan bir oksijen tanesinin, çarpıştığı atomlardan bir "çarpışan arabalar müsabakası" oluşturmaya çalışması gibiydi bazen hayat, karmaşanın içinde kendi düzenini kurup ona göre akardı kirpiklerimizden ruhlarımıza; karanlıktan aydınlığa paralel bir köprü olarak addettiğimiz paravan tavırlarımıza; tebessümlük yorgunluklarımıza; kafasına uçan tekme atılası ahmaklıklarımıza...


     Sarkacında sarkıttığımız saniyelerin içinde kavrulan anlamsızlıklarımız, dünyanın göbeğinden kendi kordonunu daha kesmemiş olan düşünce bulutlarımız olabilirdi, biz onlardan vazgeçip sürünün içine katılmaya karar vermeseydik bunu öğrenebilirdik elbet. Öngörülmüş öbekleri ölü ruhlarımızın göbeklerine indirmeye karar verdiğimiz andan itibaren, arlardan kesildi vicdanımız. Çünkü bu andan sonra o bile, elinde kırbacı olan çobanın üflediği flüdün melodilerine saklanıp oradan bir nota halinde kaçmaya çalışıyordu içimizden. Michael Scofield mavi gözleriyle önüne rehber olup dövmeleriyle dövüyordu vicdanını, örüyordu beyaz kumaşı diri diri gömdüğü düşünce katmerlerine. Arasına da çikolata eritiyordu ocağın başında, belki şansa bir sufleye evrimleşir ya da evrimleşmenin tersi neyse o olursa diye. Tatlı dili yılanın çikolata soslu zehir ısırıklarından çıkarmaya çalışıyordu ya da sadece pis boğazdı, mide asidine eğlenceli bir şeyler yollamak istiyordu.


     Ufaladığı sesinden yuvalama yaptığı kafiyelerini ufuklara fırlattığı sırada gözlerine düşen ifadeden "İyi bir nişancı, gakgakçı, kanat çırpıcı değilim ben." çığlıkları duyulan bir martı gibi bir hali vardı bazen "Nasılsın?" sorularına verdiğimiz geçiştirme cevaplarımızın. Uçup gidebilirdi; ama o kalıp düğmeyi yem sanarak kursağına bizleri takmayı seçti. Ah, kursak da saati uçsak biz de bir gün kanatlanıp onunla. Redbull yetmez, yetmez bazen. Süperkahramanlaştıramadımızı içimize gömüp öyle yola çıkmalıyız, kibritleri dizip domino taşlarını yıkmalıyız, kafaları baruta sokup tabancanın ucunda yakmalıyız, sonra usulca her şeyi kenara fırlatıp bu kaosun içinden perende atarak kaçmalıyız.


     Birden dokuza kadar sayarken, bazen kendisini yirmide bulur insan. Yağmuru seyrederken uzaktan, dolu yağar üzerine. Gülerken bir anda mutluluktan ağlamaya başlar ve akar gözyaşları usulca bardağın boş tarafına...


 Ruhlarınıza hapsolduğunuz karanlıklardan kurtaracak melodileriniz geldi haaaağnım.

9 yorum:

  1. güzel başlık ve yazı da bir o kadar ilginç olmuş. hepimizin var sanırım o tip ahmaklıklarımız :))

    YanıtlaSil
  2. Teşekkürler efenimm.
    ahahaha, var tabi.

    YanıtlaSil
  3. ay herkes senin gibi ahmak olsun.

    ahmak diyo muyuz biz yaa.
    yazıda filmde oluyo galbağ.
    :)

    YanıtlaSil
  4. ahahaha, buradaki "ahmak"lık genelleştirilmiş bir sıfat halinde aslında.

    YanıtlaSil
  5. Mutluluktan ağlamak olayını tatmak istiyorum artık.
    olma mııı

    YanıtlaSil
  6. Oluur tabi. İşe, "gülmekten ağlama"ları çoğaltarak başlayabilirsin, bilmem ki.

    YanıtlaSil
  7. "Sarkacında sarkıttığımız saniyelerin içinde kavrulan anlamsızlıklarımız, dünyanın göbeğinden kendi kordonunu daha kesmemiş olan düşünce bulutlarımız olabilirdi, biz onlardan vazgeçip sürünün içine katılmaya karar vermeseydik bunu öğrenebilirdik elbet. Öngörülmüş öbekleri ölü ruhlarımızın göbeklerine indirmeye karar verdiğimiz andan itibaren, arlardan kesildi vicdanımız."

    Ahmakça seçkilerle yorumluyorum ama altını çizen bir okuyucu olarak belki de alışkanlık. Affolsun. Yüzümüze iyi vurmuşsun yine deli çağrışımlar çağrışımlar ; Lacan aşkınaaaa !

    Saygıyla,

    Aylak

    YanıtlaSil
  8. Ayrıntıları blogun deliğinden çıkartabilene, teşekkürler.

    YanıtlaSil