13 Aralık 2019 Cuma

Hüptrik Hüviyetler

     Bilgisayara takılı soğutucunun sesi gibi irrrite edici bir konuşma prensibine sahip insanlara ait göstermelik samimiyet misali sakil bir niyet kara delik olup vakumluyor zamanı, zaman dediğimiz şeyse değerlendikçe hızlanan bir zavallı. Haha, kandırılmış bir algı tayin ederken zihinlerin dönüm noktasında düğüm olan gerçekleri, insan egosundan taviz verip kabullenemiyor aslında kuzu olan fabrikasyon fikirlerini. Hür olmayan hüviyetlerin hüzün veren gülünç benliklerinde ölçeklendirilmiş dünya, sınırlanmış tabiatlar içinde çarpık işlenen verilerle dolu. Sınıflarla ötekileşen bireyler öfkeyle bilendikçe insanlık bileklerinden kan sızdıran bir kesik alır, sanki intiharın eşiğinde. Yıkandıkça kirlenen beyinler ve doldukça boşalan kafalar tokuşunca kırılan taraf beşeriyet, beşi bir yerdelerin tozu kadar değeri olmayan masumiyet delik deşik yerde ve kesik kesik soluyan gerçeklik sanal bir şölende paravan edilmiş halde yalan sözlerin tırnak içlerinde.


     Neyselerden öteye aşiret yok, örfe uçan tekme atmak adetten. Bir kulak temizleme aparatı lazım arınmak için art niyetten. Cümle belki ahiretten; ama eylem gelir cenabetten, nezakaten necasete batar metanetli felaketler. Manşetinde ibadet saç dibinde ihanet ve bir rivayete göre de hap yerinde feraset. Güzelin hıyaneti ile düet halindeyken riayet, tatlım sendeki bu "kıllık" üffürükçüden mi emanet? Belki de işin kerameti güldürebilmektir Kel Ahmet'i – kafiyeler tükenişin eşiğinde – eşiğindeyken bir afetin, baksana hala elinde el işi ziyaneti(ziyan edilen şey, ben buldum! kafiye için...); bu arada pusulanın ucundan ayaklara serilmiyor bulutların üzerinde vadedilmiş topraklardaki parsellerin iskana uygun velayeti ve artık gözükmüyor bile inayetin silueti. Olsaydı da yeseydik güzel olurdu ama, bol fıstıklı şöbiyeti... – sanırım tükendi


     Alfabede isyan; sahibini garipseyen kelimeler kaçış yolunu sürçmelerde ararken sürtünme kuvvetini inkar eden bir rüzgar yardıma koşmaya çalışır; ama ayağından çekiştiren yavru bir esinti kafasını karıştırdığı için yanlış yöne sapıp başkasının üzerine yığıldığından hedefi tutturamaz, çaresiz kalan kelimeler de çözümü dili ısırtmakta bulur. Ama dişler işbirliğine yanaşmazsa;
çünkü acı yüzünden dişlerin dille arası bozulabiliyor ve dilin öfkesi karşısında dişler o kadar sert kalamayabiliyor; beynin oksijen stoğuna sızıp kendi göğsündeki harfleri söktükten sonra mekanizmanın iplerine asar ve üç kere sallar; sonra karışan kafa doğru dizilimi bulamaz ve kekekesintiye uğrar söylemek istedikleri. Böylece sırasını salan kelime de eksik kalmasına rağmen iç huzura kavuşur; çünkü kurtulmuştur o iğrenç sözlerin ögesi olma zulmünün yüklediği sorumluluğun kesme işaretli etkisinden. Hatta kulaktan kaçıp tamamen çıksa oradan muhtemelen eskisinden bile iyi olur. Ama çok zor; çünkü hafıza garip bir şey, vantuz gibi hüp diye içine bir anda çekip kuzu kuzu tekrar ağza getirebilir. Ayy!


- La'dan girip sol'den mi sürçse dilim; ama maalesef ki ben kat'i surette Amy değilim. Gırtlaktan çıkma sesler birazcık cırtlak; ama kalp optimist bir canavar olduğu için bazen kendini şarapevi sanır. Ayy!



Hâşâ fakat biraz Janis Joplin biraz Amy kırması gibi.
Sadece Bir Tık ile Devamı Ekranınızda Tatatam! »

4 Ekim 2019 Cuma

Safsata Kulesi

     Kafamdaki hesapların içinde hep zamlandım, zararlarım optimize olurken cebi doldu insaf budalası safsata kulesinden aşağı bıyık sarkıtanların. Yaraları saracak sargı kalmadı da akıl saldı Polyanna'yı tatlı tatlı; ama miyop olan gözlerinde pembe silikleşmişti, uzaktan gelen o çisimle yine siyaha bulandı sarfiyatlarım. Ondan şimdi tadilat sayın kelimelerin tınısından sızanları; orijine sadık bir malzemeyle ikilemleri tentürdiyoda banıp ruha ahzeden bir tamlamanın sırtındaki kana bulandı canım, yüklemden kaçan bir özneye dönüşen kinayeleri yama yaptı da yarım kalmış çeyrek artmış düşüncelerle bir hışımda gitti hışım. Ya belki de zamanı vakumlayıp balona doldurduktan sonra patlatarak ambiyansın dengesini bozacak espritüel bir tanrı parçacığı lazımdır, böylece rant uğruna kalbin kirişlerine kum karıştıranların hesapları karışır da adisyon fazlalıkları göbeklerine yapışır ve yağ bağlamış insaniyet fazlalıklarından kurtulup filinta gibi bir kalori olduktan sonra genetiğimize sızar, toplumsal hafıza denen meredin tombul parmaklarından etrafa bulaşıp. Ama...


     Tarifi bir kaşık suda boğulan iki taşım kaynatılan üç kuruşluk malzemeden toparlama dörtgen bir borcama sığıntı beş su bardağı unla kavrulmuş altı yanık hisler yedi ve sekizinci tabaktan sonra anca "d"okuz 
diyebildi, oldu saysak mı? – aslında bencil değildi; sanırım sadece onların yemesini istemedi. Bağcık yaptığı benliği çorabından içeri sıkıştırma hazzıyla zihnini dolduran bir intikam planı kurdu aç kalan taraf; ama taraf tarafa toplanınca sıfıra eşit oldukları için nihayetinde sonuçsuz kaldı, soluk bir buhrandı ya da sadece göze kaçan lanet bir buhar(Ayrıca...).


     Sanayi Devrimi sonrası keşfedildiğinden beridir köleliğin kendi omuzlarına yüklendiğini hisseden buharın döndürdüğü çarkların gömüldüğü çakranın kapalı gişe oynadığı ağrılarda çat diye çatlayan çıtkırıldım hisler var; az sitemkar, biraz laylaylom, fazlaca hokkabaz. Mürekkebi hokkadan alan tüy gibi kanı damardan çeken o anlarda yüzde oluşan mimik tiyatrosunda bir "duygusal belirsizlik" patlayınca, suflör zihne ulaşana kadar kelimeler ses tellerinde figüran olurmuş; belki atlayıp camdan kaburgalarını kırar ya da sahnesi kesilip hiç yokmuş gibi varlığı son bulur. Zaman da zamlanır, anıları ince bir zara sarıp kutulara kaldırır ve hafızanın derinlerinde kendine bir dükkan açar. Sonra da bir zar atıp kaderin istediğini seçtikten sonra projeksiyona bağlayıp insanın aklında oynatır; arka fona aldığı müzikle kendini yönetmen addeder; oysa yöneten de yönetilen de yoktur; çünkü yöneten Çağan Irmak iken yönetilen Shrek'teki eşektir ve bu birleşim imkan dahilinde olsa bile imkan dahilinde değildir. - bir yere bağlamak istemeyip bir yere bağlasam mı derken bir yere bağlamayınca bari bir yere bağlanmış gibi olsun diye şöyle mi desem?: - Çünkü imkan dediğin şey, imaj ile kanaatin birleşimidir...

- Yokuş fazla dikti, ondan kesildi nefes
Yorum yapma git bir, sana düşmedi esef
Yolunacak tüy gibi bittin, adın teres mi?
Yoğun hatlı yüzün çok güzel, koysana Pinterest'e!

Kusura bakmasın şairler, yazarken eğlendim.



Albüm çıkalı neredeyse 1 yıl olmuş, üzgünüm kulaklarım yeni fark ettim...
Ayrıca Özlem, Tekin kadınsın artık sen de mi dönsen?
NOT: Artık soyadını biliyoruz!
NOT2: Hiç merak etmemiş olsak da...
Sadece Bir Tık ile Devamı Ekranınızda Tatatam! »

1 Mart 2019 Cuma

Tütsülenmiş Zaman

     Tebessüme yatırılmış suratlarda tüten yanık kokusunu kapatmaya çalışan vanilya aromalı bir öfke, havayla temasında dönüştüğü küle eklediği bir bardak şekerle dönemediği dünü karıştırırken tütsülenmiş zaman parmaklarına dolanıp tuz ekletti önündeki karışım demeye bir asırlık şahit isteyen şeye ve yoğurmaya başladı ne olacaksa olsun artık diyerek. Bitirdiğinde nihayeti cenabetî haliyle yakaladığı topaklara bakarken bir anda zaman durdu; gastronomik bir kıyamet karın guruldama sesiyle kronometreyi çalıştırdı, baharatlar aleminden acı bir çığlık koptu, ortaya çıkan şeyi görenler ağızlarından konfeti gibi öğütülmüş tiksintilerini saçtı, yemek tanrıları ise "Bu insanlardan bir omlet bile olmaz." diyerek kaşıklarını Zeus'a teslim edip dünyayı terk etti; bunu duyan yumurtalar bir anda döllenip kuluçkaya yatarak içinden civcivleri çıkarttı; bu civcivler mutfaklardan kaçıp kent meydanlarında bir araya gelerek; sanki bir mesaj vermek ister gibi; topluca içtikleri pul biberlerle yemek tanrılarının peşinden gastro-cennete doğru havalandı. Bir anda eriyen bedenleriyse havaya karışıp izleyenlere gaga çekerken ağır çekimde bulutların içine doğru çekilip gözden kayboldu.


     Dünyayı gastro-vasküler boşluğa mahkum eden yemek tanrıları, anüs kılıklı yeme alışkanlığıyla suçladığı insanları bulunduğu yerde dahi rahat bırakamadı; elinden bütün iyi aşçıları alıp uzayda yeni bir gezegen kurdu; gurme kılıklı sevimli pis boğazları da eklediği kafile ile öfkesini bir nebze de olsa hafifletmeyi başardı. Geriye de dalga geçer gibi; sadece yulaflı tarifler yapmayı bilen, diyetizm akımının öncüsü olan, adı "yemek bir zevk işi değil, yaşam fonksiyonlarını yerine getirtse yeter" anlamına gelen Yemei Vei isimli yarı İspanyol çeyrek Fransız çeyrek Türk aşçıyı bıraktı.


     Sokakları zamanında sosyal medya için çekilip belki de yarısı çöpe atılan fotoğrafları bastıran milyonların isyan çığlıklarıyla yoğunlaşmış dev toz bulutları kapladı. Herkeste yoksunluk belirtisi histeri krizleri ve yıllarca gerçek yoksulluğun içinde tükenen hayatlara dair gerçek bir farkındalık oluşmaya başladı. Bu sırada fiyatları fırlayan marketlerdeki hazır ürün stokları anında tükendi; fakat tanrılar onları da düşünmüş ve gitmeden hepsini azot gazıyla oksitlemeyi - böyle bir şey yoksa bile var gibi yapalım - ihmal etmeyerek imha etmişti tabi.


     Küresel ısınma bu toz bulutlarından çıkan gazların soğutucu etkisiyle bir parça da olsa yavaşladı. Aslında kıyametin filan geldiği yoktu; bilakis her günü azapla marine edilen hayal kırıklıklarıyla tatlandırılmış saatlerin kapladığı yeni bir dünya düzeni oluşmaya başlamıştı. Baristalar da yoktu artık, şimdi yokluğunda değerlenen çiftçiler de, hayvan yetiştiricileri filan da alınmıştı ve geriye gerçek hayvanlar; hayvandan daha hayvanlar, aşağılık mahlukatlar; kalmıştı sadece...


     Damardan müzik sektörü patlak verdi bir süre sonra, geçici hazlarla uyarılan ruhtan kaçak hatla mideye geçişi sağlayan elektrotlar icat edildi; ama bağırsakları kandıramayan bu metot birkaç saatlik etkiye haizdi ve kimse için yeterli değildi. Bir yumurta kırmayı becerebilenlerin ilah addedildiği zamanlar geldi; ama laboratuvar ortamında üretilen yumurtalarla hiçbir şey eskisi gibi olamadı. Nüfus gittikçe azalmaya, azaldıkça doğa yeniden eski kudretine kavuşmaya başladı. 


     Umursanmadan nesli tüketilen canlıların intikamını alırmış gibi şimdi insan ırkı tükenişin eşiğine geldi. O tükendikçe ağaçlar yeşillendi, saprofitler kemirdikçe bedenini çiçekler açmaya başladı, insanın artık yıkım yapacak hali kalmadığı için doğa ananın rahminden yeni harikalar türedi. Dünya daha iyi bir yer oldu sanki, insanlar için değil belki; ama insanlara rağmen güzelleşti. Oksijeni allık yaptığı yanaklarına okyanuslar doldu, karbondioksitle yıkadığı bedenine yeşillikler oturdu, güneş ışığı ile kamaşan kirpiklerine tabiat rimel oldu ve ayaklarına kara sular değil yeni filizlenen geleceğin kökleri inip beş yüz altmış sekiz milyon yaş gençleşti.


     Bütün dünyayı mahveden o karışımın ne olduğuna gelirsek, başta sadece onu görenler ve değerli devlet büyükleri tarafından bilinen, içeri atılma korkusuyla sır gibi saklanan; ama zamanın getirdiği kaotik serzenişlerin tuzladığı atmosferin gerekliliği olarak sonunda açıklanan o şey; insan neslini - en azından dünyadaki insan neslini - tükenmenin eşiğine getirip kapıyı suratına çat diye kapatan o karışım, "vanilyalı bulgurdan çikolatalı çiğ köfte"den başkası değilmiş. Öyk!


     Olayın üzerinden yıllar, yılların üzerinden uzun eşekle asırlar geçti şimdi. Biz sevimli pis boğaz kafilesinin torunlarının torunları olarak bulunduğu çevreyi dağıtmadan mutualist bir yaşam alanı oluşturmaya çalışıyoruz. Ama özünde insan, özünde vahşeti çağrıştıran minik kıpırtılara sahip bir canavar ve yine derinlerde en yüce can benim düşüncesiyle diğer canlıları umursamayan bir varlık olarak; yeni kıyametleri yaşamayacağımızın bir garantisi yok maalesef. Çünkü varoluşumuzun temelini yok edişlerle sağlamaya programlanmışız. Ama dostlar, sevgili sevgileri sevgisizliklerin üzerinden alıp sevgiyle etrafa saçan yoldaşlar, hayatın sillesini yemektense çayın yanında bir simiti mide asitlerine göndermek daha sağlıklı sanki.

"Hak ettik, nasıl yok ettikse seni... dünyam!"

Sadece Bir Tık ile Devamı Ekranınızda Tatatam! »

2 Şubat 2019 Cumartesi

Beyinle Kalp Arasına Çekilen Dikenli Tel

     Sözcükler aleminden tutup başucu kitabı niyetine dudaklarıma pelesenk eylediğim bir eylemin gerçekleşmesini bekleyen gözlerime sürme olan umudun üzerinde ılındığı tezgahtaki lekeleri paklayamayan; adına bezginlik dediğim; bezin içinde biriken isli hislere dokunduğunda aside dönen suyun kaldırma kuvvetine öfkeli yağ gibiyim, inceldiği yerden kopmama birkaç kilo kaldı sanırım. Daralan ruhu basenlere iletmeli ve iletken bir tel çekip tüm kalorileri eritmeliyim gibisinden sakinleştirici absürt düşüncelere dalmışken birden elekte kalmış un parçaları gözüme ilişti, durduramadım; o tanıdık gülümseme araladı dudaklarımı sinsice. "O bile atabiliyorsa fazlalıkları bünyesinden..." dedi gaipten bir ses; adına guruldama da diyebiliriz; "...sen niye yapmayasın?" İki mili amperlik bir devrenin son gücüyle kısılarak yaktığı bir ampul çaktı kafamın içinde, klişeyi yerine getirmek adına el çeneye dokundu hemen, bir kaş havada kısılan gözlerin önüne bir senaryo düştü, o sırada yüzde bir anda beliren sivilce varlığıyla sinir bozup kafayı dağıtmaya çalıştı çaktırmadan; ama beyhude bir budalalıktı hemen patlatıldı kerata. 


     Koltuğa geçtim, beyinle kalbin arasına çekilen dikenli tellere yığdım içimdekileri ve bekledim, yüzünün bir tarafı kanlı kazanan çıkınca ortaya yanaklarını temizleyip kucakladım kaderi. Yapılacak belliydi. Ayaklanıp çantaya doldurdum emaneti hıyanete dönüştürenleri sarsacak birkaç emaneti: bir silah, dolu bir şarjör, yedek mermi, bir biber gazı, ne olur ne olmaz diye bir bıçak, bir sargı bezi, bir Baticon, biraz pamuk. Daha fazla doldurursam alışveriş listesine dönecek diye durdum sonra. He bir de yolda acıkma ihtimaline karşın özenle hazırlanmış; pesto soslu mozerellalı tavuklu bir sandviç.


     Yalan olmasın, kalp atışlarımı dişleyip kusmuk olarak dışarı çıkmalarını engelledikten sonra anca dışarı atabildim kendimi. Aslında alışkın olmadığım bir durum değil; ama maktullerimle genellikle nefeslerini verirken tanışma gibi bir huyum vardır, ilk defa olay örgüsü fotoromandan fırlama bir seriyle kafamın içinde belirgin bir yüze çarpıyor şimdi. Şirketten para kaçırıyormuş gibi bir his var içimde, günümüz mekanik kapitalist dünyasında cinayet unsuru bile ürünleşmiş sanki. Her neyse efenim, arz ettiğime talep olmak benim de hakkım. Hele bu sefer; hak, parmaklarımda vuku bulmak için kulaklarımı patlatır bir güçle ruhumu tırmalarken; bu güdüye karşı koyabilme imkanım ellerimden düşüp yerde bin parçaya bölünmeye tam bir parça kalmışken tozlu bir parçanın apansız belirip devrilmesiyle son anda sayıyı tutturabilmişken.


     Rüzgar yüzüme değince kendime geldim, hem neydi o ilk sigarasını içerken etrafta tanıdık var mı diye tedirgin olan ergen tavırları, hiç! Arabaya binip öfkemi navige ettim, - bayağı ingilizceleşmelerden oldu bu, hay klavyeye nereden düştüyse, neyse bunu kasıtlı bir mesaj veriyormuş gibi yapayım: Navige? Plaza dilinde: Ayn, zıvay, dıray... Yemedi, dimi? - dikkatimi kafamda kurguladığım olayın içine vakumlarcasına çekmeye çalıştım. İş başa ya da şarkıdaki "he shot me down bang bang"in taraflarını döndürüp yere düşmüştü.


     Olmazsa olmaz eldivenlerimi takıp arabayı köşeye park ettim, eldivenleri takarken; sanırım öfke gözümü kör kulaklarımı aşçı etti; harlı tavaya yerleştirilen et gibi iştah kabartan bir cızzs sesi geldi. Bu da sandviçimi hatırlattı bana. Yakıtımı tüketip arabadan indim.


     Evin bahçesini görebileceğim bir yere çıkarken omzumda bir hobbit belirdi, "Hani," dedim "normalde melek gelmiyor muydu buraya? Alağşkına Yüzüklerin Efendisi'nin gizli kalmış sahnelerinden birini mi çekiyoruz canım?"
     Terbiyemin söylemeye müsaade etmediği bir el hareketi yaparken "Haha çok komik. Onun işi başından aşkın, benden rica etti." dedi ve "Ne yaptığını sanıyorsun sen?" diye fırçalamaya başladı beni. Ben de belki tutar diye parmağımdaki bir milyoncudan aldığım yüzüğü göstere göstere çıkartıp ilerideki apartman boşluğuna attım; gözleri parladı ve pat! Yok oldu şapşal. 


     Silahı çıkartıp hobbitin ısıttığı omzuma yerleştirdim. Nişan deliğinden görüyorum şimdi onları, artılar ve eksiler kafamda bir bloknotun içine kendiliğinden yazılmaya başladı: Taraf tarafa toplayıp birbirini sıfırlayan parametrelerin nihayetinde... acaba doğru kararı mı verdim?

- Üşenmezsem "to be continued"a bağlanmış bir yazı başlangıcı olmuş olabilir, "devam edecek"ten havalıymışçasına araya karışan ingiliççeye lanet edişlerde...

İsim kuzeni için: Kan Beyinle Hararetli Bir Münasebette


Sevimli bir melodi. 
Ayrıca, bulunduğu albüm baştan aşağı dinlenilmeye başlanınca uyuma garantili.

Sadece Bir Tık ile Devamı Ekranınızda Tatatam! »

30 Ocak 2019 Çarşamba

İki Ucu Çikolatalı Kremaya Bulanmış Değnek

     İnce belli bardağın yağlı baldırından tutan tontiş parmakların dudaklarındaki yağdanlığında Makbile'nin kaymakları lıkır lıkır kaydığından bir nebze "geriiğ" diyesi geliyor insanın ağzını her açtığında. Farzımuhal ağzı hisar kelimeler tutsağında bittabi kriminal tabi düşüncelerden düşen tıkırtılar; yani demem o ki farzlar ve misaller cünip ruhlu bıyıklarda caiz olup faiz alır her doğru sözün temerrütü kıstasında. Zihnin prizlerinden enerji elde eden edimlerin evindeki pencerenin panjurları pembe değil de bahçesinde yetiştirdiği cevizlere dadanan kargaların göz altları pembeleşmiş, gagalarında sek bir umut arabaların üzerinde çizgi çizgi yeşillenip kamusal alanda biçimlenir; buna da hayallerin fotosentez yaparken fasulyeyi fazla kaçırması denebilir.


     Ağızdan çıkmamak için dişlere kendini zincirleyen sözcüklerin mücadelesinde destek kuvvetin - alyuvarların sinir hücreleri teşkilatına mensup tükürük bezindeki müttefikleri - müdahalesi sonuçsuz kalınca dili bibere gömermiş tat reseptörleri de can havliyle oksijene dalan sözlerin geri dönüşü anca bir sinir hücresinin aksonuna bağlı olarak tecelli edebilir-miş; ama aksanlı, yanlış telafuzlara maruzlu. İnsanda mağrur bir mağdurluk sağduyuya sol kroşe atarmış sonra; ama yo bir aparkatla indirilen "üste çıkma çabaları" nakavtla naniklenir kusura bakmayın. Oysa olacakları engellemeye çalışmıştır sözcükler - #direnolmayandilkemiği -; geç anlaşılır ağrıyan diş değilmiş de içmiş meğer. İçi geçmiş dışı gelecek olan bir hisle hareket ederse eğer insan, kafasına açık şemsiyeler kapanmayacakmışçasına bir bir düşer. Muson yağmurları marinasyonunda çamur yağar üzerine, saçlar da bozulur fönlenmiş fikirleriyle. Karışır kafa, yapışır surata tatlı bir rüzgar; ama ulaşılabilen tek yer iki ucu çikolatalı kremaya bulanmış değnektir.


     Haydi şimdi yektir, attığım zar düşüp Einstein'ın kafasına isabet ederken bizi kıskanır mı Newton ya da dübeş gelirse dobişliği yeryüzünden silebilir mi Nowzaradan? Belki buz parmak yiyişimizin domino etkisiyle kardan adam güneşle kaçak anlaşır ve zeytin gözlü yârine ulaşmak için havuçlardan patika çizip Hansel'e göz kırparken kendini bir anda bir gratenin patatesi olarak bulur, reenkarnasyonu mide asidinde sonlanırken; eleştirmek bize düşmez; keşke bir hortkuluk olaydım diye iç geçirir. 
     Böyle paralelken kesişiriz, alakasızca izafiyetin içine düşer kirpiklerimiz, ne kadar saçma gözükse de aslında hiçbirimiz; bir elmanın kurdundaki müsveddelerden bile işlevsel değilizdir, kim bilir? Hayır efendim, hepimiz bir elmanın iki yarısı değil miyizdir; yeşil ve ekşi olsa da kimisi proteini ya kabuktadır ya çekirdekte ya da yetiştiği ağacın kovuğunda terk edilmiş de olabilir. Hııı, öyleyse kurtlanmış kalbinin ta dibinde aramaya gerek yok cevabı; çünkü soru yanlış; çünkü sonu hep kış; çünkü herkes ılıman iklim kuşağına giderken o, dallarından yaprakları yere atan hırçın bir ağacın koynunda uyuyakalmış, ne yapsın? Ayran içmiştir ve "i can't run" olmuştur belki de... - Öykler havada uçuşup tam kalbime kustu... -


- Gözlerimin içinde sadece çapak var,
ruhumda su alıyor oluşmuş tüm çatlaklar.
Yakacağım evreni elimdeki çakmakla,
şu dübeli kafandaki boşluğa çakmak var.
Kaçak enerjiyle dönüyor hayaller çakramda,
ne anahtarımı bulabildim ne umudu çantamda.

Bütün şairlerden özür diler, kafiyelerin alnından öperim. -



Tepinedurdururken yavaşlatıp sonra tekrar tepinedurdurtan şarkılardan.
Sadece Bir Tık ile Devamı Ekranınızda Tatatam! »

20 Ocak 2019 Pazar

Kan Beyinle Hararetli Bir Münasebette

     Kalorifer peteğinden yayılan sıcaklığın partiküllerine sığıntı bir içtenlik kırıntısına gizlenmiş kelimelerle çitlendik, kabuklarını attığımız benliğin kenarlarından sızan şevkat ışığından yayılan samimiyetsizlikle bitlendik derken bir fiske ile kendine geldi hisler; aynada yansıyan süper-kahraman bir el şıklatışıyla ışıkları açtı; oha falan olup Yoda'nın felsefi düşünceleriyle yuhalandık; çünkü biliyorduk şirazesi şad edilen mimiklerin ekseninde koca bir dünya vardı ve sırtındaki ağırlaşmış yüklere detoks uygulayarak toksinleri atmalıydı. Ondan mütevellit kanalizasyon deliğine kanalize düşünme gücüyle bir fikir oluşma aşamasına girdi, sonra kapı çalındı öküzlemesine, "Dolu!" diye bağırıldı ve üşüşen bütün fikirler infilak olup sifonun girdabında karanlık bir yolculuğa usulca uğurlandı.


     Dışarı çıkıldığında katil gitmiş, aynada surata boca edilen su yanaklardan sızarken hemen bir peçete ele geçirilmiş; ama geç kalınmış; çünkü göğüs bölgesi namahrem çizgiler oluşturarak bir göl edasıyla kötü bakışlara sebebiyet olabilecek biçimde şekillenmişti. Yani sadece iki damla su dökülmüştü, aslında moleküler teknoloji yardımıyla gözlenebilecek bir nemden ibaret. Ama o kötü bakışlar, aşağılık bıyıklar için bu önemsiz bir detay. Mont üzeri geçirilmiş, soğuk mu sıcak mı olduğu anlaşılamayan o ahmak havanın egemenliği altında titreyen rüzgârın estiği sokağın kaldırım taşlarında tıkırdayan ayakkabı seslerinin arka planda bir metronoma dönüştüğü caddeye çıkılmış, dudaklardan bir duman bulutlara ulaşmaya çalışırken saatin farkına varılmasıyla unutulmuş bir eylemin umulmadık vicdanı bir anda dudaklara o tanıdık "of"lamayı geçirmiş; ama karşıki dağlar yıkılmamış; çünkü çoktan üzerine binalar dikilmiş; uzak uzak diyarlara kadar çirkinliğiyle insanların gözünde "doğanın manzarası"nı katletmeye çok önceden başlanmış; zaman öfkelenmiş, insan vahşileşmişti.


     Adımlar hızlandırılmış, kalabalığın artması akabinde yarış pistindeki manevraların benzeriyle yayalar sollanmış, otobüs durağı "tünelin sonundaki ışık" misali varlığını hissettirmeye başladığında yüzdeki mimikler rahatlamanın sinyalini vermiş çatçat, adımlar koşmaya hazırlanmış, ışık yeşile döndüğünde depara başlanmış; ama kırmızı ışığa aldırmayan öküz bir şoför şak diye soldan soldan kaburgalara dayanmış, yere kapaklanılmış, zihin boşluğun içine çekilirken son bir kelime dudaklardan aralanmış: Gerizekağlı!


*

     Gözler camdan yansıyan ışığın taramasıyla kamaşarak açılmayı denerken yanında kazanın şahidi bir kadın heyecanla "Uyanıyor." diye bağırmış, sonra yaşanan olay zihinde belirginleştikçe el ile vücut yoklanmaya çalışılmış, sargılar hissedildiğinde kahverengi saçlarda görece bir sararma varlığını hissettirmiş, "Çok geç kaldım." denilerek ayaklanmak istenilse de vücut "Nereye gittiğini sanıyorsun sen?" ağrılarına başlamadan karşıdaki kadından vaziyet dinlenmeye başlanmış, telefon istenmiş; kırılmış külüstürün selamıyla kan beyinle hararetli bir münasebete girmişti apansız. Kadın kendi telefonunu uzatırken ezberdeki silik numara rakamlar aleminden güç bela çıkartılıp ekrana yazılmaya çalışılmış, karşıda ağlamaklı bir sesin titremesiyle karşılaşılmış, yanındaki kadına hangi hastanede olduğu sorulmuş ve o acı cümle karşıdakine aktarılmış: "Yetişemedim, angutun teki...", kaburga sarsan bir öksürük, "çarptı bana X hastanesindeyim; ama canımın çapı tüm dairesel dünyanın hacminden daha fazla yoğunlukta yanınızdaydı." Karşıdaki sanki bir küfür savurmuş, gözler taşan bir ırmak olup yanaklarda şelaleye dönüşmüş, "Son bir şansın vardı," demiş karşıdaki, "artık umrumda bile değil." ve şak!


     Telefon kadına geri uzatılırken teşekkür edilmiş, angutun kaçtığı ama plakasının alındığı aktarılmış, dünya geoidlikten istifa ederken sivrilip bir bıçağa evrilmiş ve kalbinde delik deşik olan evren bir patlamayla suratındaki yaşları bardağına doldurup mel'un bir kafayla hüp!


     Yine hiçbir şey olması gerektiği gibi olmamıştı ki zaten olması gereken de yazgının müdahalesinde kurgulanan hayal fantezilerinden ibaret birkaç gevelemeden ötesi de değildi belki. Kadına artık beklemesi gerekmediği söylenmiş, kadın da alnına bir öpücük kondurup telefon numarasını eline tutuşturmuş, kadın gittikten sonra kağıt yuvarlanıp çöp kutusuna üçlük olarak sokulmuş, her şey hiçleşmiş ve bütün hiçlik piç olmuş içinde. Ayrıca, alından öpmek de ne romantik bir absürtlük örneğine nail olacak bir harekettir canım?!


     Oysa yıllardır görmediği ailesinin trajedisine ortak olup yeni bir liman gibi onlara sarılmak, yıllar önceden diline dolanan bir şarkıyı sonunda aklından atmasına yardımcı olacakmış sanırım. Saçma hikayeler örüntüsünde saçma olay örgüsünde saçma zaman hilesinin saçmalığına gülünmüş bir anda, "Ulan," denilmiş, "dünya sen cidden mazoşist bir kara mizah profesörüsün. Keşke Snape olsaydın."


- Buraya kadar okuyabilen gözlere selam, sözlere salamura.


2017 Vega, 2018 Şebnem Ferah... peki 2019 Özlem Tekin?
Aşkın her şeyi affedip affetmeyeceği muallağında kimsenin bilmediği bir sürüklenişin ardında gözleri oyulan kargalarla dağları delip sisli yolları aydınlatırken cinayet sebebi olan onca şeye rağmen yatağı bozup arkaya bakmamak mümkün mü, sayın rocker Zeyna?
Sadece Bir Tık ile Devamı Ekranınızda Tatatam! »