25 Haziran 2013 Salı

Gülümse

     Rüzgarın çok sesli korosuna eşlik etmek için uzaklardan gelen bir oksijen tanesinin üzerine yapışan hidrojen atomlarından bir kase dolusu aksın yüzüne, serinlik getirsin ruhuna, essin deli gibi vücudunun bütün gözeneklerinde. Bir rüzgar olsun çevreni saran, herkesten gizli, herkesi sollayıp seni sıfırdan başlatan bu hayata. Gülümse, tebessümlerini fırlattığın bu taneciklerinde yuvarlanırken çocukluğunu getir gözlerinin önüne. Getir ki, içinde ondan bir parça kaldığını fark et, bu farkındalığın şiddetiyle önyargını bir depremle yık ya da sana getirdiğim oksijeni hidrojenle tepkimeye sokup tsunami oluşturduğun gibi boğ hepsini içinde. Sigarana kibrit olacağına, seni dibe çekenlere ateş olsun bu sessizlik. Sonra o ateşte onu da yakarsın zaten. Sen yeter ki iste.


     Parmaklarına konan yaşam ışığını fark etmeden geçirdiğin günlerin hıncını çıkartmak istiyormuşçasına gülümse. Çevrende olup biteni biraz kenara bırakıp, adi insanlardan zihnini arındır ve etrafa sadece gülümse. Düşünme gerisini, birkaç dakikayı kendine ayır, birkaç saati, hayatını kendin için yaşadığını anlaman zaten bu kısa anlardan sonra gelecektir; umarım. Tek bir dudak hareketiyle büzülen yanaklarının kenarındaki tebesssüm kırıntısını takip ederek bulacağın şekerden evin içindeki cadıyı fırının içine atmak için Hulk'ı uyandırmana gerek yok her zaman. Bazen şirinlerin beyaz ponponları da yeterli. Al eline Gargamel'i, bırak dudaklarından gamı kederi.


     Gecenin uyandırdığı gündüzlerin ardında gözlerine düşen melodilerin kapağını açtığında altında seni karşılayan nota belki de en değerlindi ve sen onu bulana kadar cırtlak seslerin arasında bir do minör olmaya çalışmışsındır. Oysa piyano çalmayı bilmeden eline kemanı alıp onunla çelloyu idare etmeye çalışan bir baterist edasıyla akordeon çalmaya çalışırken, hakikatte istediğinin sadece şarkı söylemek olduğunu fark eden bir doktorun; okurken kapıdan geçirdiği yıllara yaptığı bestesinin notalarını gitara uyarlamaya çalışırken aslında onu da çalmayı bilmeyişine gülümse. Betimlerken uçurumları aşıp bir şarkının sırtına tırmanarak dağları delen bu klavye için biraz gülümse. Kendin için gülümse, yeter ki gülümse, yetmezse zaten devamı gelir. "This fall." Sen düşme ama.


     Ayaklarına düşen kara suları Akdeniz'in bitki örtüsüyle dezenfekte etmeye çalışırken kahvesinde tüten dumanına sadece tebessümlerini bırakması yeterlidir hayatın. Ama o asık suratlı başarısız bir sihirbazı oynamayı tercih eder bunun yerine, sen aldırma yine de, sadece gülümse ki o da utanıp kırmızıya çalarken trafik lambasını yeşile döndürsün istemeden. İçten olduğu sürece, içine akar gökyüzü. Bıyık altında yapmacık olanıysa, sallanan kafaların eline geçirdiği bıçak ile sempatiyi alıp dokuz yerinden bıçaklarken hapse bile uğramadan geçip gider yanımızdan. Sen gülümse her halin kârını yanaklarına geçirip, tebessümlerini sövgülerden alıp dişlerinin beyazına yerleştir. Çünkü, dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına dönerken nefesini müdafaa ettiğin her saniye için bir gülücük kazanacak neferlerin, hedeflerin, hedefin yoksa bile hayallerin, tebessümlerin ve kalbin.


Bandını batırıp alıp bastır gitarını.
Sadece Bir Tık ile Devamı Ekranınızda Tatatam! »

11 Haziran 2013 Salı

Kulaklara Dökülen Melodiler

     Kelimeleri kifayete batırıp tentürdiyotlu kalemimle satırlarında gezdirdiğim o bulaşmış öfkeyi temizlemeye çalışan yağmur damlalarında rüzgara bindirilmiş düşünceleri, semaya çıkartıp iki göbek attırdıktan sonra huşu içinde tebessümlerin tepesine bindiğini gördüğüm şu hayatta, hayalarına tekme yiyen bir atın acı dolu çığlıklarını kulaklarına pamuk tıkarak duymamazlıktan gelemeyeceğini anlaması için insanlar; bir melodiyi pikabıma bırakıp göklere yerleştirilen hoparlörden insanların kulaklarına teslim etmeye çabalarken kırılmış bir notanın es sesinden dolayı ezberi bozulan melodilerin güzelliğini keşfetmeye çalışan bir sessizlik çığlığında ellerini havaya kaldırıp yanaklarından süzülen yağmuru içine çeken bir umut tacirinin ticari zekasını ütopyasından çekip kendi üzerine geçiren bir empati kurdundan alıp gözlerini kapatınca huzuru gözkapaklarından hücrelerine çekmesini sağlaması; akrebin yelkovanın sırtına bindiğinde onları gözlemleyen saniye sarkacına iki kaş göz işareti yapmasına baktığını gördüğümde, zaman, yüklemlerin öznelere bağımlı olmayıp öznelerin yüklemlere çalım attığı bir sözcük kalabalığını tam doksandan vurduğu o anın tadını bir rövaşata atarak sektirdiği hayallerini basket attığı o feleğin potasında bizi bekleyen bloklar, bazen hiç beklemediğimiz kişilerin soyutluğuna bulanmış somutluklardır aslında; bazense beklenilmeyenin getirdiği beklenilse bile o kadar güzel olamayacak bir tebessüm bombarda maksiması.


     - Derin bir nefes, birkaç dakikalık ara. Derin bir nefes, al sana efes ay pardon esef ay pardon pes et, ay yok ses et, ya da ya da dudaklarda lezzet, kafandaki sığ opsiyonları feshet. (kafiye şov, mikrofon şov, tontonton darnenel ton.) -


     Reklam dolu çığlıklar, çığlıklar dolusu reklam. Nemalanan kelimelerin bu sıcakta neme maruz kalmasının getirdiği hüzün; insan beyninin ekolojik dengesini bozup sıcaktan su buharına dönüşen düşünceleri soğuk bir suyla dondurmaya çalışmasından etkilenmediğinden dolayı bir bardak su almaya üşenir olduk, tuvalete gitmeye üşenmediğimiz kadar. Demlenilen çayla demlenen düşünceler zelzeleyle uçup gidince zihnimizin kıskaçlarından, durup düşünmeye başlayamadığımız şeyler bizi durdurmaya ve ileri gitmemizi engellemeye başlar. Tıpkı, iğrenç çevrilen bir kitabın yazarına getirilen eleştirilerin yersizliği gibi. İstediği kadar çevirse de iğrençlikten kurtulamayan yazarın iğrenç üslubu gibi. Kısacası, orijinalini bilmeden yargıya götürmek, celladın eline kalemtraş vermek kadar gereksiz ve saçma bir eylem halini alır hayat denen kaykay pistinde.


     Şarkılar olmasa, iğrenç sesimizle o şarkılara eşlik etme güdümüz olmasa, şarkıların ruha enjekte ettiği o tanımı anlamla buluşturulamayan garip duygular olmasa, bu dünya yaşanılamaz bir hal alırdı; tıpkı telvenin içinde yaşama tutunmaya çalışan kehanetler gibi. Tıpkı; "tıpkı" ile başlanılan cümlelerin önermeye çalıştığı saçma örneklemeler gibi. Tıpkı, tıp dilinde "orkinos" adında orklara karşı aşk besleme diye bir hastalık olduğu gibi. Ya da şaka yaptığım gibi. Öyle şey mi olur? Çok mu Yüzüklerin Efendisi izledin? İstediğin kadar izle, öyle bir şey olması için bütün duyularını buzdolabına kaldırıp üzerine sifonu çekmen gerekir. Sonra o sifonu alıp kanalizasyona fırlatmak. Sonra kanalizasyondaki Doktor Connors'a mesaj atıp onu sürüngen koluyla uzaklara sürmesini istemek. Onlar da kurtarmaz. Kurtadam da.


     İlk paragraftan sonra okumaya devam edeniniz kaldıysa ya da buraya kadar gelebilecek gücü zihninden sarkan nöronların apsislerinden aldığı kuvvetle sabrına tokuşturanınız varsa, iç içe geçen kelimelerin tatlı ambiyansını içinde hisseden varsa, melodileri kafasına tokuşturan varsa, hatta okurken bu yazılanları diline bir şarkı dolayan varsa hepsine benden tomarlar dolusu tebessüm. Biraz da selamet belki. Selam et! - of :( -


     Düşüncelerin düşünce dirayetinden direnmezsen, denklemden dışarı def ederler; defineni ve dirliğini hiç düşünmeden determinantından dehlemeyi denerler; dik dur o sebepten. - Kafiye canavarı, klavyeyi ele geçirdi. SOS vereceğim Rihanna SOMEBODY HELP ME? diyecek mi? -


Gelip dökül plağıma.
Sadece Bir Tık ile Devamı Ekranınızda Tatatam! »

5 Haziran 2013 Çarşamba

Sandıkta Kimse Yok

     Belirli bir ideolojinin saplantılarına kendimi toplu iğne başıyla dikmediğimi "Sosyal Mesajım Kaydı" isimli yazımda birazcık tahliliyle tasvirini birbirine çarpıştırarak yumurta kırıyormuşçasına omlet kıvamında önünüze tabakta sunmuş idim. Bugünse, son günlerde olan olayların aydınlattığı karanlığın üzerinde kitap okuyan tığını eline almış bir teyze kıvamıyla belki, kelimeleri örmek üzere bir şeyler tıklatmaya geldim buraya. Sanal idealistlik taslaması kısacası. Selamlar!


      Gezi Parkı oturma eylemini olaylar başlamadan önce Twitter'dan takip ediyordum. "Gelin, çimlerin üzerinde kitap okur; beraber şarkılar söyleriz." çağrısının, "Gaz bombası atılıyor, acil yardım!" yakarışlarına dönüşebileceğini kafamın içindeki nöronların arasından geçirip bir gerçeklikle bütünleştirebilmem için herhalde Christian Bale'in Prestij'deki sihirbaz ve kurnaz düşünce yapısını kafama kasketle geçirmem gerekirdi. Ama yapıldı, oldu.


     Polis şiddetinin orantılı, orantısız, üçgensel bölgesini tartışmayacağım. Ortada olan bir durumun vehametini sözcüklere bulayarak klavyede sallandırmaya gerek yok, gazlar oksijende sallandırılırken. Hepimiz görüp, izlemiş insanlarız sonuçta. Vicdanımızın sesi kulaklarımızda yankılanırken burada bir şeyler demeye gerek yok herhalde. Muhtemelen Öyledir yia.


    Ortada verilen bir karar var. Bu karara karşı çıkan, genç ve gayet de sakin kalmış bir topluluk var. Bu topluluğun naif eylemine karşı verilen şiddetli tepkiye kendi tepkisini ortaya koymaya çalışan; olayın boyutlarını genişletip bir birikintiyi de belki bu şekilde ortadan kaldırmaya çalışan coşkulu bir halk var. Özgürlüğü, söz hakkını geri almaya çalışan bir azınlık da diyebiliriz ya da geriye kalan %50. Bu kararın altında imzası olduğu halde direnişe destek olduğunu söyleyen komik bir parti var. Bütün bu karmaşayı yatıştırmaya yönelik bir şeyler yapması beklenirken, ateşe körükle giderek elinde olsa kürekleri oradaki, kendi sesini duyurmaya çalışan insanların kafasına geçirecek bir başbakan var. Ilımlı yaklaşıyor gibi gözükse de aslında, sanki nedense durdurulmuş, tepkisizliğe itilmiş bir cumhurbaşkanı var. "Gülsek mi ağlasak mı?" düşüncesine iten bir belediya başkanı var. Sıfatlandırılamayan bir polis şiddeti var. Ve bu şiddetin boyutu kabul edilmiş olsa dahi devamlılığından bir şey kaybetmeyen bir gaz coplaması mevcut. Çok şey var aslında, her yer çok karışık.


     Karışık diyişime aldanmayın, ortada kesinlikle bir birlik var. Gezi Parkı hele 2 gece önce festival havasında; patlamış mısır patlatan amcalı, çay demleyip termosuna doldurup orada satan bir ticari kafalı, salatalığı soyup öyle servise sunanlı, marşlı, sloganlı... Her kesimden insanın bir bütünlüğe ulaştığı bir topluluk vardı. Halk işte sadece, Halk ekmek gibi; ama bunların mayası sert.


     Bu yaşanan, gelecekte dönüp çokça konuşacağımız direnişi Cehape'ye mâl etmek, Cehape'nin destek veriyorum deyişiyle kendini içine katma çabası... Ya zaten olayların bu raddeye gelmesi hükümetin karşısında işini hakkıyla yapacak bir muhalefetin bulunmamasından kaynaklı değil mi? Çingene kavgasına dönüştürdükleri siyaseti daha ne kadar batırabilirlerdi, zaten halkın sesini kimse duyuramadığı için, duyurması gerekenler de, çıkmadı mı meydanlara?


      Bu, elini masaya vurup ben her şeyi yaparım tarzındaki maço duruşa bir tepkidir. Bu halkın "Yeter." deme şeklidir. Bu halkın direnişidir. Bu şiddetin karşısındaki şiddetsizliktir. - O ŞİDDETİ YAPANLARIN, tatlı dillerini deliğine soksak ya. - Bu kadar insan, bu kadar şehirde, aynı anda, tek bir yürek... Söylenenler arasındaki bağlantısızlık, insanların üzerine atılan yasaklar, sesi duyulmayan; karanlıkta kaybedilmeye çalışılan bir kesimin sesini duyurmaya çalışması, gündem değiştirmek için değiştirilen konu başlıklarıyla karıştırılan halkın zihni... Petrol kanunu tasarısı? Birlik olma ihtiyacı. İdeolojileri üzerimizden fırlatıp insan olduğumuzu fark etme ihtiyacı. Bu kadar insan, çok duygulandırıcı değil mi? Olayları duyduğunda tüyleri diken olup üzerinde amuda kalkmaya çalışmayan yoktur herhalde. Acıyı ve gururu bir arada yaşatan bir şey bu. Tuzlu, tatlı, acı, maalesef biraz fazla acı... ama özünde çok tatlı bir şey bu.


     Şunu da söylemeden gidemiyorum. YEMİN EDİYORUM, bakın, OLDUKÇA CİDDİYİM, başbakanın yurt dışına çıkacağını duyduğumda "Asıl provakatör bu haberi çıkaran, o kadar da değil herhalde, oha?" demiştim. O kadarmış cidden. Optimistlik başa bela, peh.


     Optimistlikten objektifliğe geçiş yaparsak biraz da... Aralara kaynayan provakatörler tabi ki de vardır; ama olayın başlangıcı, amacı, mesajı onlara bağımlı değil, anlamıyor musun hala? - Belki onların da arkasında birileri vardır. - Olay, onların sırtına bindirilmiş bir yük değil. Gençlik kolundan bir genç, oradaki halkı şiddete yönlendirebilir de belki provakatörler. Twitter'da bile var yanlış fotoğraflar, yalan haberler, habersiz medyalar. Her zaman, çıkarcı insan, her yerde ortaya çıkar. Olayın özünü kaçırıp oraya takılırsan ama, oradaki farklılıklardan doğan karmaşık gökkuşağını kaçırırsan, kendi halkından insanları yok sayarsan, yok üstü kalsın burada cimrilik yapmıyorum, ne yapıyorsun sen ya? Bıyıklar engelliyorsa aynaya onları kesip de bakmalı, o kadar yaralı ve öldürülen genç bu hayatta sana hak mıdır? 


     Bir de bir de, yabancı kanalların bu ilgisi de ne bileyim biraz yapmacık sanki? Değil mi sanki? Altında bir şeyler falan? Bilemedim bak.


     O demokrasinin baktığı sandıkta, kimse yok mu? Huuu, komşu?


     Polise "Ne olursa olsun, bitir şu işi." emrini kim verdiyse, bizim gözlerimize düşmeyen uykuyu kendi zimmetine geçirmiş olabilir.


     Son olarak, 2 tweet ve bir alıntıyla kaçıyorum.

     "Nitelendirme sıfatlarının niteliksiz kaldığı niteliksiz dökülüşleri yakılan canların.Böyle değil insanlık;müslümanlık,karıncalık bile olmaz." 

     "Bu şiddet Gazze'de olsaydı eğer, verilen yapmacık tepkiler ve dökülen gözyaşlarından medya bir sel halini alıp üzerimize akardı."

     "Özür dilemek, senin haksız olduğun, karşı tarafın haklı olduğu manasına gelmez. Verdiğin değerin egondan yüksek olduğunu ifade eder." S. Freud 


- Bu tipte pek yazmasam da, yazmam gerekiyormuş gibi hissettim bir şeyler. - 


NOT: OHA ya TDK'da "çapulcu"nun anlamını değiştirmişler. Gülünse mi, ağlanılsa mı, alıp kahkalar dolusu dalga mı geçilse, yapılan hareketin, söylenen kelimenin, cümlenin arkasında mı durulsa? Of bilemedim ki. 


Kısa bir boy ve titrek elden anca bu kadar, Gezi parkı.



Rtük tarafından sansürlenen bölge.
Sadece Bir Tık ile Devamı Ekranınızda Tatatam! »